Türkiye’de (Tıbbi Araştırmalara Ayrılan) Kaynaklar Nasıl İsraf Olmaktadır

Benim uzmanlık alanım plastik, rekonstrüktif ve estetik cerrahi, yandal uzmanlıklarım ise ağız yüz ve çene cerrahisi ve el ve mikrocerrahi uzmanlığıdır. Bir akademisyen olarak Türkiye’de yapılan araştırmalarla ilgili düşüncelerim, 2009 yılından bu yana katıldığım Avrupa Üniversiteler Birliği’nin toplantılarında temelden değişti. Avrupa Üniversiteler Birliği kısa adı ile Bologna süreci olarak bilinen Avrupa’daki üniversite reformu sürecini yöneten akademik bir oluşumdur.  Samsun Ondokuz Mayıs Üniversitesi Rektör Danışmanı ve Akademik Değerlendirme ve Kalite Geliştirme Kurulu Genel Sekreteri olarak görev yaptığım 3 yıl boyunca, Bologna sürecini öğrenmeye çalıştım ve OMÜ 2009-2014 1. Stratejik Planını hazırlayan ekipte yer aldım. Bu bağlamda YÖK ve YÖDEK’in, Ulusal Ajans’ın, sivil toplum kuruluşlarının, TÜSİAD’ın ve üniversitelerimizin bağımsız tebliğlerinden de yararlandım. Ancak bu yazıda Bologna süreci, stratejik plan, iyi bir araştırma laboratuarının fiziki özellikleri veya araştırma nasıl yapılır anlatılmayacak, kaynak israflarının örnekleri verilecek ve bir tıbbi/bilimsel araştırma nasıl verimli olur dan söz edilecektir. Verimlilik benim anladığım anlamda tıbba ve bilime kayda değer katkı sağlamak ve bilim adamı yetişmesinde okul olmaktır. Verimlilik gene bu bağlamda sadece çok makale çıkarmaya indirgenmemeli, aynı zamanda para da kazandırmalıdır, çünkü piyasa değeri olmayan hiçbir ürün-buluş-hizmet gerçekten kayda değer değildir.

2008 yılında TÜSİAD tarafından, Avrupa Üniversiteler Birliğine yaptırılan ve ülkemizdeki 17 üniversitenin incelendiği, “Türkiye’de Yüksek Öğrenimin Durumu (fırsatlar ve tehditler)” başlıklı araştırmaya göre; özetle ülkemizde araştırmaya harcanan kaynaklar israf olmaktadır. Bu kadar ağır bir sonuca nasıl ulaştıklarını incelediğimde iki önemli hatanın var olduğunu gördüm, birincisi araştırma konuları, ikincisi araştırma olanaklarıydı. Araştırma konularındaki sorun; bağımsızlık veya dağınıklık idi, çünkü kurumlarda 5-10 yıllık vizyon hedefleri olmadığı için tez veya serbest araştırma konuları için de bir hedef bulunmamaktadır. Sorumlu araştırmacının veya tez danışmanının o anda aklına esen her türlü fikir üzerinde milyonlarca lira ve yıllarca zaman harcanmaktadır. Araştırma tamamlandığında ise konu bir ürüne yönelik olmadığı için sadece araştırmacının dosyasını doldurmakta ve hiç kimsenin okumadığı bir makale olarak kütüphane raflarında tozlanmaya terk edilmektedir. Oysa kurumların temel araştırma hedefleri olmalı, buna uygun konu başlıkları seçilmeli ve konular birbirlerinin üzerine bilgi inşa edecek şekilde tasarlanmalıdır. Tüm araştırma olanakları bilgi piramidinin yükselmesine harcanmalı, yani patente ya da ürüne giden yolda ilerlenmelidir.

Araştırma olanaklarına gelince aynı şekilde dağınıklık ve kaynak israfı burada da söz konusu idi. Şöyle ki, ileri teknoloji gerektiren bir cihaz kullanılan bir araştırma tamamlandığında o cihaz sorumlu araştırmacının zimmetinde kalır, cihazın bir sonraki araştırma için kullanılması tamamen kişiye bağımlıdır, başka araştırmacılar tarafından kullanılması ise kesinlikle mümkün değildir, çünkü cihazın kullanılışını sadece tek bir kişi bilmektedir, o kişinin de çok yoğun mesaisi vardır, kaldı ki eğer cihaz bozulursa asıl araştırmacı da kullanamayacaktır, vs vs, Hepimizin aşina olduğu bu kavramlar nedeniyle araştırma olanakları için yapılan onca masraf sadece tek bir araştırma için kullanılmaktadır. Bu ve benzeri olaylar zinciri tekrarladığında sadece tek bir araştırmada kullanılmış binlerce cihazdan oluşan atıl bir kapasite yaratılmış olur. Üstelik cihazların modası çabuk geçmekte olduğundan sürekli yenilerinin alınması da gerekmektedir. Ayrıca modern teknoloji gerektiren cihazların kullanıldığı araştırmalar aslında o teknolojiyi ve o cihazı keşfeden veya geliştirenlerin her zaman bir adım gerisinde kalmaya mahkumdur. Bu öyle kısıtlayıcı bir durumdur ki eğer araştırmanızda kullanacağınız teknolojiyi siz keşfetmediyseniz araştırmanızın tıbba/bilime gerçekten katkı sağlaması veya buluşa yönelik olması neredeyse imkansızdır. Ancak o sistemin henüz kullanılmadığı bir alanda araştırma yapabilirsiniz ve ‘ bizim bu konudaki bulgularımız da bu şekildedir’ diye bildirimde bulunarak bilime gerçekten katkı sağlamayan sonuç elde edersiniz.

İşte bu sayılan gerekçeler nedeniyle ülkemizde bilimsel araştırmalar için ayrılan kaynaklar, doğru hedeflere yönelik olarak ve doğru araştırmalar, doğru imkanlarla yapılmadığı için, israf olmaktadır.

Ülkeleri kategorize ettiğimizde G8 ile dünyanın en gelişmiş ülkeleri, G20 ile de onları izleyen gelişmekte olan 12 ülkenin de ilave olduğu listeyi görürüz. Her ne kadar ülkemiz G20 içinde yer alsa da gerçekten bilimsel ve buluşsal faaliyetler açısından bakıldığında; örneğin dünya üniversiteler arası sıralamalarda ilk 500 ün arasına sadece bir üniversitemiz -hacimsel büyüklüğü nedeniyle- girebilmektedir. Patent sıralamasında; Japonya, ABD, Çin, Güney Kore, Avrupa Patent Bürosu ve Almanya gibi ilk sıralardaki ülkelerde her bir milyon kişilik nüfus için ortalama 2000 patent başvurusu gerçekleşirken, ülkemizde ki her bir milyon kişinin ürettiği patent başvurusu sayısı sadece 7 dir. Ülkemiz üretimde dünyada 17. sırada iken, patent başvuruları nda ise ülkemizden toplam 5000 den az patent başvurusu yapıldığı için sıralamaya bile alınmamaktayız. Bu nedenle doğru araştırma yapmak önemlidir. Bu ise doğru konularda, doğru kaynakları kullanarak, doğru yöntemlerle yapılacak olan ürüne-buluşa-patente yönelik araştırmalar anlamına gelir.

Kaynak israfını önlemenin birinci yolu bilgi edinmek ve depolamak, imitasyon teknolojiler ile deneyim artırmak (know-how) ve faydalı ürün modelleri çalışmaktır. İnnovasyon ardından gelecektir. Kaynak israfını önlemenin ikinci yolu ise alt yapının ortak kullanılmasıdır. Alt yapının ortak kullanılması aynı zamanda bilginin de paylaşılmasını getirir ki bu en önemli tasarruf aracıdır.Bu nedenle fason üreten bir ülke olmaktan kurtulmak için gerçek AR-GE lere ve innovasyon ile imitasyonu birbirinden ayırabilen araştırmacılara ihtiyacımız vardır.

Araştırmalarda kurumsal vizyona yönelik temel araştırma alanının bulunmamasının ve buna bağlı olarak araştırma konularındaki dağınıklığın öneminden söz etmiştik. Bu da araştırma olanaklarının verimli kullanılmamasına neden olur. Alt yapının ortak kullanılmamasından dolayı kaynak israfına en iyi örnek ülkemizdeki tomografi ve manyetik rezonans (MR)görüntüleme cihazlarının sayısal çokluğudur. MR sistemlerini keşfeden ülkelerden biri olan İngiltere’deki tüm MR sayısı, İstanbul’daki MR sayısından azdır. Ülkemizdeki positron emisyon tomografisi (PET) sayıları da aynı şekilde dehşete düşürecek niteliktedir. Aynı şehirde birden fazla (Samsun’da üç adet) PET varlığı akla ziyan bir durumdur. PET’ ler çalışıyor, hasta üretiyor gibi vahim bir savunmaya karşı söylenebilecekler; fizik muayene ve temel değerlendirme yetilerini yitirmiş yani özgüven kaybına uğramış hekimlerden, ilaç ve cihaz tekellerinin elinde oyuncak olmuş sağlık sisteminden ve elbetteki başı ağrıyanın MR’a girdim temiz çıktı, enzimleri yüksek çıkanın PET çektirdim kanser yokmuş dediği bir bilgi kirliliğinden söz etmek olacaktır. Yozlaşan bu sistemin birde çok kötü savunması var; hizmet alımı yaptık, yatırımı özel sektör yaptı devletten para çıkmadı ! (Acaba devletten kaç bin katı para çıktığını ne zaman göreceğiz). Ülkemizde sekans cihazlarının (DNA analizi yapan cihaz) sayısının çokluğu karşısında hayrete düşen batılı bir bilim adamı dostumun şu sözlerini burada aktarmalıyım; siz genetik olarak keşfedilmemiş şifre bırakmamaya kararlısınız anlaşılan !. Kaynak israfına örnek vermeye devam edecek olursak polimeraz chain reaction ( PCR) analizi de iyi bir örnektir; herhangi bir eğitim araştırma hastanesinde bile iki adet PCR sistemi ile çalışan cihaz bulunması normal sayılmaktadır, çünkü cihazları kullanan bilim dallarındaki uzmanlar birbirleriyle iyi geçinmek şöyle dursun iletişimde bile değillerdir, varsın cihazlar haftada bir kez açılsın kimin umurunda!.

Ayrıca birde projelerden alınan veya kurulan laboratuarlar vardır, bunlar o proje bitince adeta kendini imha etmek üzere programlanmışlardır (!) veya ilgili öğretim üyesinin veya tez öğrencisinin bir şekilde kurumdan ayrılması ile cihaz bir daha kullanılmamak üzere paketlenir ve depoya kaldırılır. İşte bu nedenlerle atıl kapasite oluşturmamak için proje destekleri verenlerin çok dikkatli olması gerekir.

Olumsuz örnekleri kliniklere yaydığımızda mikroskoptan laparoskopik sistemlere, endoskopik sistemlerden koroner anjio ve radyoterapi ünitelerine kadar genişletmek mümkündür. Bir sistemin gerçekten verimli kapasite ile çalışmasının kriterleri nedir, bu tartışılması çok zor bir konudur, çünkü sistemin hasta ürettiği yönündeki savunmalar tartışmayı kilitlemektedir. O zaman hasta üretimi kavramını tartışmak gerekir, ancak sağlıkta dönüşüm programı nedeniyle dayatılan performans sisteminde asıl unsur hasta üretimidir !. Çok hasta bak çok kazan mantığı aslında kaynak israfını körükleyen bir uygulamadır.

Konuya gelecek açısından bakıldığında, ülkemizdeki tüm kurum ve kuruluşların 5-10 yıllık stratejik planlarının yapılıyor olması kayda değer bir gelişmedir. Stratejik planlar misyon ve vizyon tanımlamaları ve stratejik hedefleri içerir, bu bağlamda kurumun temel araştırma alanlarını ve konularını da belirleme imkanı doğar. Doğru yapılırsa yarınlar için ümit vaat edecektir.  Dostlar stratejik plan yaparken görsün, dostlar stratejik planımızı güzel görsün den öte bir şekilde ele alındığı takdirde; kurumların vizyonlarına uygun temel araştırma alanlarının saptanmış olması gerekir. Bir veya en fazla iki temel araştırma alanında odaklanıldığı takdirde tezlerin veya serbest araştırma konularının kısa zamanda kümülatif biçimde üst üste yığılarak dikey bilgi birikimi elde edileceği ve buna bağlı olarak daha üst düzeyli sonuçlara ulaşılacağı görülecektir. Bu bağlamda ülkemiz araştırmacılarının kurslara ihtiyacı vardır. Genç asistanlarımızın mikrocerrahi öğrenmeleri gerekir yada örneğin doku mühendisliği geleceğin alanıdır, tüm tezler bu alanda tasarlanmalıdır.

Laboratuar olanaklarının ortaklaşa kullanımı ülkemiz için çözümü en zor konulardan birisidir. Sadece Samsun’da bile ikiden fazla sekans cihazı ile atıl kapasite yaratılmış iken, İstanbul için ve ülkemiz için neler söylenebilir?. Yapılması gereken merkezi laboratuarların kurulması, techizat ve malzemelerin envanterlerinin çıkarılması ve bunların çalışma yapabilecek araştırmacılara duyurulması gibi kolay ve hızlı bir ofis çalışmasıdır. Oysa İstanbul şartlarında trafik-ulaşım-iletişim-mesai-izin gibi temel sorunlarla uğraşmaktansa yeni bir moleküler biyoloji-genetik-nanoteknoloji laboratuarı kurmak daha kolaydır. Gerçekten kolay mıdır?.

Örneğin; Acıbadem LabMed/LabCell kurulmuştur, Sağlık Bakanlığı’ndan ruhsatlıdır, fatura kesebilmektedir ve istenildiğinde 24 saat çalışabilmektedir. Amacı bilim üretmek olan bir araştırmacı bu alt yapıyı ortaklaşa kullanmanın yollarını aramalıdır, yeni bir laboratuar kurmanın kaynaklarını zorlamamalıdır. Çok düşük bir kapasite ile çalışacak yeni bir laboratuar kurmak kesinlikle kaynak israfıdır, çünkü Çapa’da, Cerrahpaşa’da, İTÜ’de, Boğaziçi’nde olan bir imkanın XÜ’de de olması kolaycılıktır ve büyük kaynak israfıdır, velev ki günde beş kere bile kullanılsa…

Araştırma ve laboratuar olanakları ihtiyaçtan doğmalıdır, araştırmacı insan kaynakları bilgiye doymalı, bilgi sınırına gelmeli, bu aşamadan sonra artık şöyle bir çalışma gereklidir diye hayaller kurmalıdır, ondan sonra techizat aranmalıdır. Donanımlı laboratuarlarda bilgisel donanımı olmayan araştırmacılar kaynak israfının en büyük nedenidirler.

İnsan kaynaklarının doğru kullanılmaması da önemli bir israf yoludur; örneğin fizik mühendisliği fakültelerinin mezunları ne iş yapar ?. Ya işsizdirler yada dersanede öğretmen. Tıpta en iyi çalışacakları alan radyoterapi üniteleridir, ancak mezun fizik mühendislerinin de hiçbiri radyoterapi cihazlarını bilmezler. Bu ve benzeri binlerce sektörel örnek bulabiliriz. Sektörel ihtiyacı karşılayacak bilgiyle donatılmamış mühendisi yetiştiren fakültenin müfredatı bugün değiştirilmelidir. Üniversitelerimizin ikinci lise durumundan kurtulması için yarın çok geç olacaktır. Kaynak israfına karşı daha fazla duyarsız kalmamalıyız.

Son olarak tekrar etmek gerekirse araştırma amaca yönelik olmalıdır, amaçlar hedefleri, hedefler vizyonu, vizyon geleceği belirler. Gelecek hepimizindir, sahip çıkmalıyız.

 

 

Bir cevap yazın